Hollanda’daki Türk toplumu aktif mi, uyuşuk mu?
Dün yayınladığım, ‘Hollanda’nın kahpelikleri Türk toplumunu çileden çıkardı’ başlıklı haber-yorumum, gerek Hollanda’da ve gerekse Türkiye’de iyi bir yankı yarattı. Ana akım gazeteler ile pek çok dijital haber portalı yazıma yer verdi.
Gelen reaksiyonların büyük bir çoğunluğu görüşlerimi desteklerken, bazıları da siyasi görüşleri nedeniyle, ‘Hollanda haklı değil mi?’ gibi görüş belirttiler.
Beni takip eden okurlarım çok iyi bilirler ki, bazı kesimlere mesaj vermek için yazdığım haber ve yorumların, yerine ulaşması için büyük efor harcarım. Gerektiği zaman yazım Hollandacaya çevrilir ve gerekli mercilerden başka medyaya da gönderilir.
Bunu 54 yıldır uyguluyorum.
Ne var ki, dün bana öylesine bir telefon geldi ki, telefonda konuşan etkili ve yetkili kişi,
‘Ne oldu yani, kendimiz yazıyoruz, kendimiz okuyoruz. Bunları Hollandaca olarak gerekli mercilere göndermek daha doğru olmaz mı?’ deyince şoke oldum.
Takdir beklerken tekdir gelmesi moralimi çok bozdu. Bozuk moralime rağmen, geçmişteki ve şimdiki çalışma şeklimi anlattığım yetkili ve etkili kişiye şöyle dedim:
‘Bakınız, ben yazılarımı gerektiği zaman Hollandacaya çevirir ve kamuoyu yaratmak için pek çok yere gönderirim. Geçen hafta yayınladığım ‘Ermeni iftirası’ haberimde Hollandaca bölümler de vardı. Ama ben artık çok yoruldum. Okurlarımdan bu yazıları gerekli yerlere göndermelerini rica ettim. Bu işi benden başka yapacak merciler olmalı.’
Telefon konuşmasından sonra çok huzursuz saatler geçirdim. Bilgisayardaki arşivimde arama yapmaya başladım. Geçmişte o kadar çok şeyler yapmışım ki, bunları anlatmaya kalkışırsam ansiklopedi olur.
40 yıl önce Hollanda Kraliçesi Juliana’ya göndermiş olduğum bir mektubun, Hollanda medyasında yer alış kupürünü buldum. Helmond şehrinde, Cumartesi günleri Türkçe ders alan çocuklara artık ders verilmeyecekti. Medyada geniş yer alan bu konu için çok şey yazdım. Sonunda Kraliçe Juliana’ya mektup gönderdim.
Hıristiyanlık propagandası yapmak için, Joneko adlı İngilizce bir Japon filmi, Hollandaca’ya değil, Türkçeye çevrilmişti. Sırf Türkler’i hedef alan bu film için de protesto kampanyası başlatan yine naçizane şahsımdı.
De Telegraaf gazetesi ile kavgalarım, siyasetçilerle tartışmalarım ve Hollanda televizyonunda yıllarca süren programlarım ile, Türk toplumuna hep yardımcı olmaya çalışmıştım.
Beni çok üzen ve 4 saat arşivde arama yapmama neden olan o telefondan 5 saat sonra Whatsapp’tan, etkili ve yetkili kişiye bir mesaj geçtim. Takdir beklerken tekdir gördüğüm için üzüntümü dile getirdim ve yapılması gerekenleri yazdım.
Etkili ve yetkili kişi sağolsun, bir dakika sonra beni yine telefonla aradı ve yanlış anlaşıldığını belirtti. Neler yapılması gerektiği konusunda yeniden konuştuktan sonra, çaylı-simitli bir sohbet randevusu ile durum yumuşadı.
Değerli okurlarım, konumuzun asıl kahramanları Hollanda’daki Türk toplumu idi. Ama bir telefon konuşması, beni daha çok kendimden söz ettirmeye zorladı. Özür dilerim.
Lobi oluşturmak aslında bir sanattır. Türkiye devletinin en zayıf kaldığı nokta da budur.
Bu işi İsrail, Yunanistan, Ermenistan ve ayrılıkçılar çok iyi yapıyorlar.
Lobi oluşturmanın bir yolu da bol bol para harcamaktır.
Hiç unutmam. Burada milletvekilliği yapmış olan Fadime Örgü beni bir öğle yemeğine davet etmişti. Parlamentodaki bu yemekte, ismini açıklayamayacağım Türkiye ve Kıbrıs Komisyonu Başkanı bir milletvekili de vardı. İnanır mısınız, o milletvekili, Türkiye’nin ilgisizliğinden şikâyet etmişti. ‘Başbakan mesut Yılmaz, beni eşimle Bodrum’da ağırlamıştı. Bana bol bol malzeme dolu dosyalar gelirdi. Kıbrıs’tan da gazete ve dosyalar gelirdi. Ama şimdi adeta unutuldum’ demişti bu milletvekili.
Anlayacağınız, lobi oluşturmak için bir değil onlarca milletvekili ile iyi ilişki şarttır.
Tabii ki bunun için de eleman ve para lâzımdır.
Dedim ya, lobicilik bir sanattır. Bir gün bir Bakan ile konuşurken, Avrupa Birliği konusu gündeme gelmişti. ‘Bizi kabul etmezler’ demişti o Bakan.
Nasıl cevap verdim biliyor musunuz?
‘Verin bana gerekli olan parayı, Türkiye’yi iki yıl içinde Avrupa Birliği’ne üye yaparım.’
İddialı bir çıkıştı bu değil mi?
Ama ne yazık ki durum böyledir sevgili okurlar.
Yeterli eleman ve para her türlü zorluğu atlattırır ve her kapıyı açar.
Ankara uyursa ve sadece yurtdışında yaşayan yurttaşlarımızdan fedâkârlık beklenirse bu işler yürümez. Eller cebe gitmezse ve yurttaşlarımızın kurmuş oldukları dernekler ‘hemşehri cafeleri’ olarak anılırsa hiç yürümez…
Bu nedenle ‘Devlet Baba’ya son sözüm şu olabilir:
Yurtdışında yetişmiş ve gelişmiş bir Türk toplumu var. Çoğu iş güç peşindeyken, bir kısmı da siyasi yalakalıkla meşguldur. Türk toplumu içinde öylesine akil kişiler vardır ki, (Almanya’da korona virüsüne aşı bulan iki Türk gibi), siyasi görüşü ne olursa olsun, bu kişilerle temasta olmak lâzım.
Kim bilir, belki de bu benim ülkem için son dileğimdir.
Yurtdışında yaşayan tüm ‘gurbetçiler’e selam ve saygılar.
Anavatan ve Yavruvatan’dakileri de unutmuyorum tabii…