Sibel ÖZBUDUN
V.2) KAYIP KIZLAR
- §) Kayıp kızlar… deyince; yüreklerimizi kanatmanın zamanıdır. Kolay mı bu topraklarda yaşaya gelen bütün kayıp edilmişler, unutulmuşlar, tarihi hoyrat bir kanlı süngerle silinmişler, dili lâl edilmişler, derinden sızlayanlar; şimdi hepimizin ayağa kalkıp kendini tanıtmasının zamanıdır. Bu hazan bahçesinde toplanıp tanışacaksak, birbirimizin acısına korkmadan bakmayı öğrenmemiz gerek.
Dersim Katliamında ailelerinden koparılıp rütbeli subaylara evlatlık verilmiş küçük kız çocuklarının hikâyesini anlatan ‘İki Tutam Saç/ Dersim’in Kayıp Kızları’nın yönetmeni Nezahat Gündoğan şunları aktarıyordu:
“Üç yılın sonunda biz 70 kişiyi tespit ettik. Ama sayı bundan çok fazla. Çok rahat 100’lerce diyebiliriz. 50’ye yakını bulunmuş. Diğerleri de aileleri tarafından hâlâ aranıyor. Filmde Fatma teyze şöyle diyor: ‘Bunca çileyi çek bir de kimsesiz öl, bu bana çok zor geliyordu. Annemi babamı hiç unutmadım, aklıma düştüğü zaman çıldırasım geliyordu ama ne yapacaksın, yetimdim’. Durumunu çocuklarına anlattıktan sonra diyor ki, ‘Eğer ailemi bulamazsam beni Malatya-Elazığ yolu üzerinde gömün, oradan Tunceli arabaları mutlaka gelir geçer.’
Kadından soy ve kan değiştirme politikası çok önemli ve kadına bir savaş ganimeti olarak bakılıyor. O dönemin içişleri bakanı Şükrü Kaya şöyle diyor: ‘Biz bu kızları alıp Türk ulusuna dahil edersek, yeni kuşaklar da böyle yetişecektir.’ Bu politika, özellikle ailelerini geç bulanların üzerinde başarıya ulaşmış diyebiliriz. Biz hiç rastlamadık erkek çocuğun verildiğine. En fazla öksüzler yurduna veriliyor. Bir de tabii, bakınca kadın buralarda namustur. Namusunu devlet alıyor, bundan ağır bir şey olabilir mi?”
Bu önemli bir soru(n)!
Kolay mı? Dersim’e askerler geliyor, bazen, yani insanları saklandıkları mağaralarda topluca öldürmedikleri zamanlarda, bazı kız çocuklarını ailelerinden koparıyor, bu esnada bir takım şeyler söylüyor... Söylenen sözleri anlamıyor insanlar çünkü ana dilleri Türkçe değil. Birileri tercüme ediyor bu lafları… Tanıklar, o tercümeleri hatırlayarak anlatıyor ki, o asker beni annemden, babamdan böyle böyle diyerek aldı, kopardı…
Üzerinden yıllar yıllar geçiyor… Bu kez aynı insanlar kendi ana dillerini anlamıyor… Kendi inanç ritüellerinden, seslerinden uzakta, çoğu kez yeni isimleri ve soy isimleriyle, yeni aileleriyle, hiç önceleri olmamış gibi, anaları babaları toprakları olmamış gibi, öyle kendi biter türünden bir bitkiymiş gibi yaşıyorlar. Devlet, Dersim’in kızlarını alıyor, rütbeli askerlere ve bürokratlara veriyor. Kız çocuklarının kültürün taşıyıcısı olduğunu bilen devlet, bu yaban, bu vahşi çocukların ehlileştirilmesi projesinde kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Kız çocuklarını alan aileler, ilk iş, kızların saçlarını tıraşlıyor, onları banyoya sokup bir güzel yıkıyor, paklıyor ve sonra da hizmetine koşuyor. Kız çocukları, ailelerinden koparılmalarının acısına baskı, zulüm, dayak, işkence, taciz eklenince kendilerini unutmak istiyor, geçmişi unutmak istiyor.
Az sonra öldürüleceğini bilen ve hiç değilse çocuğunun yaşam şansı olsun diye çocuğundan ‘vazgeçen’ aileler de var, çocuğu ağlayıp gizlendikleri yerleri açık etmesin diye kendi eliyle kendi evladını bırakan, hatta suya atan, boğan da… İşte bu kısmı, kitabın üzerine konuşulamayacak, üzerine tek söz edilemeyecek bölümü… Ama mesela, özellikle güzel ve sağlıklı olan kız çocuklarının seçiliyor olması… Faşist uygulamaların tanıdık sahnesi değil miydi bu?
Bu da -Sıdıka Avar’lı!
- çok önemli bir saptama!
Ve tanıklıklara geçmeden bir not: Komisyona Dersim olayları sırasında küçük kızların evlatlık verildiğini kanıtlayan 1941 tarihli resmi bir belge de sunuldu. Komisyona sunulan 5 Şubat 1941 tarihli T.C. Manisa Vilayeti mühürlü, dönemin Salihli Kaymakamı Necati Vardır’ın imzasının bulunduğu belgede Yarbay Münip Yılmaz Türk’ün gözetiminde Dersim’den gelen kız çocuklarının bulunduğu ifade ediliyordu.
Söz konusu belgede, “Kazamızın Tataristan köyüne yerleştirilen Tunceli göçmenlerinden Hüseyin oğlu İsmal Koç’un İstanbul’da bulunan Yarbay Münip Yılmaz Türk’ün nezdinde bulunduğu anlaşılan kız çocuklarını alıp gelmek üzere Dahiliye Vekâleti’nin emirlerine atfen Manisa Valiliği’nin Emniyet Müdürlüğü’nün ifadesine 1/2/941 gün ve 3/1 D.41/137 sayılı emirleri mucibince mazereti tahakkuk etmiş bulunmasından İstanbul ve Zonguldak’a gidip gelmek üzere 15 gün mezuniyet verilmiş olduğuna dair vesikadır,” deniyordu.
- §) Şimdi de sözü onlara, kayıp kızlara bırakalım!
- i) HURİYE ASLAN: Yaşadığı acıları, “Taş olsa çatlardı, toprak idim dayandım” diye anlatan Huriye Aslan, henüz 8-9 yaşlarındayken memleketinden koparılıp bir asker ailesine verilmiş, birçok kız çocuğuyla beraber. Uzun yıllarca köyüne, memleketine, akrabalarına, toprağına hasret yaşadı.
O günleri şöyle anlatır: “Babaannemin yanında yatıp kalkıyordum. Babaannem 1938’de vuruldu mu, ne oldu bilmiyorum. Kaybettim. Ormanda kalıyoruz. Asker bastı. Yengem, amcam, herkes çocuğunu alıp kaçtı. Ben kaçamadım. Askerler beni yakaladı. Doğru Ovacık’a götürdü. Kamyon asker dolu, kimi gülüyor, kimi konuşuyor, ben ağlıyorum.”
“Genç bir kadının yanına götürdüler. Saçımı kestiler. Keloğlan yaptılar beni. Kadın beni aldı. Yıkadı. Götürdü, bir askere teslim etti. Asker beni trene aldı. Ne yapıyorlar, nereye götürüyorlar, hiçbir şey anlamıyorum. 3 gün 3 gece gittim. Samsun’a vardık.”
“Samsun’da beni verdiler bir hanıma. Köpeğin biriydi. Merdiven başında battaniye verdi. Bir katını altıma serdim, bir katını üstüme. Mutfakta yemek yiyordum. Evin hizmetçisine talimat verdi. ‘Kürt kızının bulaşıklarını bizim bulaşıklarla yıkama, ayrı yıka’ dedi. Kendimi öldürmek istedim. Çocuktum, kaçtım. Polise gittim, ağladım, ‘Beni öldür, oraya verme’ dedim. Sonra başka birine teslim ettiler...”
“Zengin bir adamdı. Yemeği ve her şeyi ben yapıyordum. Adamın eşi beni kıskanıyordu. Samsun’da kızlar nasıl geziyorsa ben de öyle gezmek istiyordum ama kadın bırakmıyordu. Adam kalbinde beni istiyordu. Beni tek görünce yakalayıp öpüyordu, dizinin üstüne oturtuyordu... Okula gitmek istedim. ‘Ne olur beni de okula verin’ diye yalvardım. Hayır dediler, ‘Seni Kur’an okuluna vereceğiz’ dediler. Aç da kaldım, dayak da yedim...”
- ii) SAKİNE VE ŞEMSE: 1938’de devletin Dersim harekâtı sırasında Ovacık’ın Kozluca Köyü’nde yaşayan Koç ailesi, Hozat’a gitmek için Munzur Dağı’na doğru yola çıkarlar. Karanlıkta askerlerin arasına düşen ailenin, 4 yaşındaki kız çocuğu Sekine ve 6 yaşındaki kuzeni Semşi, asker ateş açınca kaybolur. Bir süre sonra Ovacık’a dönüp kızlarını arayan baba İsmail Koç’a kızlarının asker tarafından götürüldüğü söylenir.
Manisa’ya sürülen ve köyden çıkma yasağı olan baba Koç, dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a telgraf çekerek kızlarını bulmak için yardım ister. TBMM Dilekçe Komisyonu’nun ulaştığı belgeye göre, dönemin Genelkurmay Başkanı Çakmak çocukların bulunması talimatını veriyor ve İçişleri Bakanlığı 1941’de çocukların yerini buluyor.
Baba İsmail Koç’a verilen izin belgesinde, kızı Sekine’nin İstanbul’da yaşayan yarbay Münip Yılmaz Türk’ün himayesinde, diğerinin ise Zonguldak’ta olduğu bilgisine yer veriliyor. Ölünceye kadar arayışın sürdüren Koç, 1994’de ölürken oğlu Erdal Karakoç’a şu mirası bırakıyor: “Kızları bul!”
iii) ASLIHAN: Katliamın tanıklarından biri de Ermeni kızı Aslıhan’dı. Konya’ya sürgüne yollandığında 5-6 yaşındaydı ve adı artık ‘Fatma’ydı. Çocukları dahil herkes onu Kürt biliyordu…
Halvori Wenk Köyü’nden insanlar toplanıp katledildiklerinde küçük Aslıhan kendi deyişiyle, “silahlı biri” tarafından buğday yığınının arasına saklanarak kurtulmuştu. Saklandığı yerden katliamı dehşetle izleyerek tanıklık yapmıştı... Katliam bitip sürgün başladığında halası Ihsa Kiremitçiyan ve halasının üç çocuğu ile birlikte kara vagonlara bindirilerek Konya’nın Beyşehir ilçesine sürgün edildiler. Ermeni Aslıhan’ı Türk ‘Fatma’ yaptıklarında 5-6, Kelime-i Şahadet getirtilip Müslümanlaştırılarak evlendirildiğinde sadece 13 yaşındaydı... Halasının üç çocuğu da (Mişan, Apkar ve Murat) Müslümanlaştırılmak amacıyla Beyşehir’de sünnet edildi... Yıllarca gizledi Ermeni kızı olduğunu... Öyle ki kimliğinde Agop olan baba adını silerek ‘Eyüp’, Havas olan anne adını ‘Hava’ yaptı...
Beyşehir’den itibaren hayat hikâyesini özet olarak Aslıhan Kiremitçiyan’dan dinleyelim: “Beyşehir’de beni önce bir albaya verdiler. Onun tayini çıkınca nüfus müdürünün yanına verildim. Beni besleme olarak yanlarına alan ‘ailem’ beni çok döverdi.
Odunla yediğim dayak yüzünden parmaklarım kırıktır. Hiçbir doktora götürülmedim. Nüfus müdürünün evinde gördüğüm işkenceler yüzünden evden kaçtım. Daha sonra başka bir aile beni yanına aldı. Orada da çok işkenceye maruz kaldım. 13 yaşımda iken 35 yaşında olan birisi ile beni evlendirdiler. Evlendirmeden önce Kelime-i Şahadet getirtip beni Müslüman yaptılar. Aç susuz, işkence dolu bir yaşantım oldu. Her şeyden önce çocuktum... Evsiz, sahipsiz, kimsesiz ve işsizdim. Sokaklarda kaldım. Çocuklarımı bu şartlarla büyüttüm.
Ermeniliğimi tam olmasa da biliyordum ama gizledim. Çocuklarım 1995’de öğrendiler. Aileme ulaşmak için çok araştırma yaptık. Hiçbir sonuç alamadım. Kızım 2010’da soyağacımı çıkarttı. İşte orada adım ve soyadımın değiştirildiğini öğrendim. Kimlikte adım Fatma, kızlık soyadım Kiremitçi idi.
Adımın Aslıhan, soyadımın Kiremitçiyan olduğunu, nerede doğduğumu ve hangi köyden olduğumu öğrendim. Sonra araştırıp ablamın çocukları ve halamın çocuklarını buldum. Ailemim geçmişi hakkında bilgi sahibi oldum. Babam devletine bağlı bir Ermeni vatandaşmış. Halvori Wenk’te keşiş olduğunu öğrendim. Oldukça varlıklı biriymiş. Babamın da Bolu Mengen’e sürgün edildiğini ve orada öldüğünü öğrendim.”
- iv) MEDİNE ÇOLAK: Soykırımdan sağ kurtulan, evlatlık verilen kayıp kızlardan …Devletin acımasız yüzüyle tanıştığında henüz 10 yaşında bir kız çocuğuydu. Babası Seyit Ali Güngör, abisi Kalman, kız kardeşi Bese ve 3 yaşındaki Hasan gözleri önünde katledildi.
Soykırımdan kurtulan yüzlerce çocuk gibi, önce saçları sıfıra vuruldu… Sonra ‘Kara Vagon’a bindirilerek hiç tanımadığı topraklara sürgün edildi. Herkes ailesinden birkaç kişiyi kurtarmanın sevinci içindeyken o bu yolda tek başınaydı... Samsun’da Çerkez bir aile tarafından evlat edindi.
‘1937’de kırım daha başlamadan kışın annem Belgihan, karlı bir kış günü zatürreeden öldü. Biz dört kardeş babamla öylece kala kaldık. Abim Kalman, kardeşlerim Bese, Hasan ve benim için zor günler başlamıştı.
Abim ve babam havyancılıkla uğraşıyordu… Aslında 10 yaşında olmama rağmen bütün evin yükü üzerime binmişti. Evin büyük ablası bendim, kardeşlerimle ilgilenmeye çalışıyordum.
Her şey yaz aylarında başladı. Babam bir sabah hayvanları otlatmaya gitti, saatler geçti gelmedi. Çok korkmuştum. Evin önüne oturuyorduk, abim babamı aramaya gideceği söylediği an, birden peş peşe silah sesleri geldi. Tüm köy halkı panik içinde dışarıya toplandı. Ellerinde tüfekler, askerler köyümüze doğru kurşun sıka sıka geliyorlardı. Herkes can derdiyle koşuşturmaya başladı.
O korkuyla, ormana doğru koşmaya başladım. Öyle bir koşmuşum ki, nefes nefese durduğumda çok uzağa gitmiş olduğumun farkına vardım. Gece ormanda bir başıma kaldım.
Gece yarısı kurşun sesleriyle uyandım. Tekrar koşmaya başladım. Bacadan duman tüttüğünü gördüğüm bir eve gittim. Kapıda kadın beni görür görmez, ‘Sen niye buraya geldin, bizi de götürecekler. Sıra bize geldi’ dedi. Kadın tencereleri toprağa gömüyordu…
Bana yarım ekmek ve bir tas yoğurt verdi. İlerdeki çam ağacını göstererek, ‘Yavrum burada durma git çamlara saklan’ dedi. Çam ağaçlarının içine sokularak ekmeğimi ve yoğurdumu yedim.
Bir zaman sonra bizim köydeki gençler önümden koşarak geçtiğinde çok sevindim. Tanıdığım yüzlerle karşılaşmıştım. Koşarak yanlarına gittim, “Nereye gidiyorsunuz beni de götürün” dedim. Aralarından biri elimden tutarak yanlarında götürdü. Köye geldiğimizde kimse kalmamıştı, evlerimiz yakılmıştı…
Sonra bizim köyün yakınlarında olan annemin köyü Deste’ye gitmeye karar verdim. Ancak oraya vardığımda da kimse kalmamıştı. Belki bir tanıdığa rastlarım diye yaylaya doğru yol aldım. Biraz yürüdükten sonra bir kalabalıkla karşı karşıya geldim. Koşa koşa yanlarına geldiğimde teyzem Arzu’yu gördüm.
Çok sevindim, beni görür görmez “Meno meno yaşıyorsun yavrum” diye sarıldı. Köyde herkes bana Meno derdi…
Kardeşlerimin askerler tarafından götürüldüğünü söyledim. Nereye gidileceği tartışılırken birden yaylanın tepesinden askerler ateş açmaya başladı. Hepimiz yaylanın aşağısına doğru koşmaya başladık. İşte orada teyzemi kaybettim. Kalbim duracak gibiydi…
Yayladan indiğimde, bir derenin oraya geldim. Derenin kenarında oyuk bir taşın arkasına saklandım. Dizlerime kadar ıslanmıştım. Kafamı kaldırdığımda yayladan aşağı doğru gelen askerlerden birisinin beni fark etmesiyle ateş açması bir oldu.
Asker yanıma gelerek bağırmaya başladı, beni alıp oradan çıkarttı ve itekleye itekleye beni çocukların, kadınların, adamların bulunduğu yığının içinde attılar. Ailemi belki bulurum umuduyla kalabalığın içinde dolanıp duruyordum. Ama bulamadım...
Sonra bizi Elazığ’a götürdüler. Benim gibi bir sürü çocuk vardı. Kadın, çocuk hepimizi toplayarak saçlarımızı sıfıra vurdular. Hamama soktular sonra da trene bindirdiler…
Uzun bir yolculuk oldu. Nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Trenin içi çok kalabalık, mahşer gibiydi. Bizi bir yerde indirdiler daha sonra Samsun Terme ilçesi olduğunu öğreneceğim bir yere gelmiştik.
Hepimizi bir Han’ın içinde doldurdular. Davut Öngen isimli Nüfus Müdürü teker teker hepimizin ismini alıyordu. Sıra bana geldiğinde Türkçe tek bir kelime bilmediğim için sorduğu hiçbir soruya cevap veremedim. Bana öyle hüzünlü bir gözlerle bakmıştı ki... Beni sandalye ye oturtturdu, simit verdi. El hareketleriyle gidip hemen döneceğini söyledi.
Daha sonra gidip eşi Naciye’ye ‘Getirilen Kürtler arasında küçük bir kız var. Hiç kimsesi yok öyle güzel, öyle garip ki onu bu hâlde bırakamayız’ demiş. Kaymakama da danışmış, sonra beni elimden tutarak eve götürdü. 4 çocuğu vardı…
Eşi Naciye beni görür görmez hemen sahip çıktı. Çerkez bir aileydi. Mekânları cennet olsun bana çok iyi davrandılar. Naciye abla beni hemen alıp banyoya soktu. Bana Fatma diye sesleniyordu. Başlarda söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum.
Naciye abla bana süpürgeyi getir dediğinde, ben ona kürek getirirdim. Sonra yavaş yavaş Türkçe öğrenmeye başladım. Nüfus kâğıdımı Dersim’den getirdiler o zaman bana tekrar Medine demeye başladılar. Zaten Fatma ismine de alışamamıştım.
Naciye abla dışarıya çıktığında odama kapanıp babam ve kardeşlerim için ağlardım. Tek bir gün geçmedi onları sayıklamadan…
Ben okulla gidemedim. Ama hiç sormadım nedenini. Yabancılık çektim hep. Oraya ait olmadığımı hissediyordum. Ancak kendi çocuklarım olduğunda kardeşlerimle kalan yarım hasreti onlarla giderdim.
Genç kızlığım da zor geçti. Bana kucak açan aile iyi bir aileydi ama benim ailem değildi ve benim çektiğim acıyı hiçbir zaman o kadar derinden hissedemezlerdi.
19 yaşımda görücü usulüyle evlendim. Eşime her şeyi anlattım. Bana hep destek oldu. Fakirdik. İlk çocuğum dünyaya geldiğinde çok mutlu oldum. Abim Kalman’a benziyordu, onları hem çocuklarım hem kardeşlerim gibi sevdim.
Burada uzun bir süre Dersim’li olduğumu söyleyemedim. hâlâ oturduğumuz Unkapanı da beni Erzurumlu sanırlar. Söyleyemedim, hep çocuklarıma kötülük yaparlar endişesi içinde yaşadım çünkü hepsi Türk’tü…Çocuklarıma seneler sonra Dersim’li olduklarını söyledim. Onlar da bilmiyorlardı. Hâlbuki Dersimli olmakla gurur duyuyorum…
Kızımın daha önce yapmış olduğu araştırmalardan babamın, abim ve kardeşlerimin kırımda Mazgirt’te öldürüldüğünü öğrendim. ama onları ömrümün her saniyesinde yüreğimde taşıdım ve ölünceye kadar bu böyle olacak…”
- v) FATMA YAVUZ: 4-5 yaşlarındayken anne ve babasından alınarak bir albaya evlatlık verildi. Evlatlık olarak verildiği albayın Konya’dan İzmir’e tayini çıktığını anlatan Yavuz, albayın İzmir’e giderken kendisini nüfus memurluğuna bıraktığını kaydetti.
13 yaşına geldiğinde evlendirildiğini belirten Yavuz, “35 yaşında adamla evlendirdiler. Nikâhı kıyan hoca, ‘Ne olur ne olmaz’ diye Kelime-i Şahadet getirtti” deyip, ekledi: “Çok çile çektim, çok yoksulluk çektim”!
- vi) HALAZUR GEVİŞ: 3 yaşındayken bir albaya evlatlık verildiğini belirtti. Olaylar sırasında askerlerden kaçarak annesiyle birlikte ormanda kaldığını belirtip, kendi arazilerinin üzerine askerlerin lojman ve kışla kurduğunu ifade etti.
vii) GÜLDANE ACAR: Annesinin olaylar sırasında Sait Ergin isimli bir albaya evlatlık verildiğini ve Amasya’ya getirildiğini söyledi.
viii) LALE FİLİZ: 9 yaşında Elazığ’da bir aileye evlatlık verilmiş. Hâlâ gerçek ailesini bilmiyor. Önce bir sıhhiye memuruna, sonra bir doktora, daha sonra da bir binbaşıya verildiğini söylüyor.
- ix) BESİME SELLİ: Dönemin 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay tarafından alınan iki kızdan biri. Besime ve amcasının torunu Orbay tarafından götürülmüş. İkisi de tamamen Türkleşip Sünnîleştirilmiş. Evden kaçarak evlenmiş, 1980’lerde ailesini bulmuş.
- x) FECİRE BÜKE: Annesi ve babası Dersim’de öldürülmüş. 4 kardeş dağıtılmış. Fecire yıllar sonra Gaziantepli ilk eşiyle evlenmiş. 1970’lerde önce erkek kardeşini, 1980’lerde de kız kardeşlerini bulmuş. Bütün hayatı ailesini aramakla geçen Fecire teyze, yaklaşık 30 yıl önce, memleket özlemiyle bir şiir yazmış. Ölmeden önce bunu okumuş: “Munzurum/Canımda gönlümsün/ Gözümde yaşımsın/ Başucumda taşımsın/ Taşımın üstünde tacımsın/ Munzurum/ Kan verdim gardaşım oldun/ Can verdim candaşım oldun/ Şahidim sen değil misin.../ Munzurum (...)”
- xi) FATMA İÇLİ: 1938’de ailesini kaybettikten sonra yaşadıklarını böyle anlatıyor: “Bizi bir mağaraya topladılar. Taradılar. Hasan amcam dağda geziyor. ‘Etrafımızı asker sardı’ dedi. Bir iki akrabamız orada vuruldu. Babam, ‘Anan vuruldu’ dedi. Gece kalkıp suya gittiğinde asker taramış. Beni Ovacık’ta bıraktı. Bir yüzbaşının evine getirdiler. Saçımı tıraş ettiler... Banyoya sokup yıkadılar. Kısa elbiseler, ayakkabı getirdiler. Kısa çorap giydirdiler. Başıma lengerli şapka... Kürtçe biliyorduk sadece. Yüzbaşı geldi silahı çıkardı; ‘Bir daha Kürtçe konuşursan seni öldürürüm,’ dedi.”
xii) ŞEMSİ KARAKOÇ:1938’de kaybolan ablasıyla aynı adı taşıyor. Zaten aşiretinde doğan pek çok kıza ya Şemsi adı verilmiş ya da Sakine… Annesi kızlarının ilk kâkülllerini 1936’da kesmiş. Âdetmiş. 1938’den sonra kızlarından geriye tek hatıra, bu iki tutam saç kalmış. Şemsi Karakoç, “Birden askerler basınca annemle yengem kaçmış. Babaannemle dedem dağılmış. Çocuklar dağılmış. Aşiretin yüzde 20’sinin adı Şemsi ve Sakine... Annem yıllarca ağladı. ‘Acaba açlar mı? Ne yapıyorlar?’ diyordu. Annemin yaşadığı acıları Allah kimseye yaşatmasın... Ablalarım kaybolunca tek hazinemiz bu kaldı. Annem boynunda gezdirmiş. Hiç çıkarmamış. Ölmeden önce bana verdi. Eğer öldülerse tek isteğimiz mezarına bir toprak dökmek,” diyor.
Buncası ardından bir hatırlatma: Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, ‘Dersim’in Kayıp Kızları’ soru önergesine verilen yanıtları eleştirirken tüm arşivin, özellikle de “evlatlık çocuklar defterlerinin” açıklanmasını isteyerek, AKP hükümetinin konuya yaklaşımının ciddiyetsiz olduğunu söylemişti!
V.3) SÜRGÜNLER
- §) Resmi açıklamalara göre, Dersim’den 14 bin kişinin sürgüne gönderilmesi kararı alınmıştı ve 5 Haziran 1939’a kadar 12 bin 485 kişi batı illerine gönderilmişti.
‘Dahiliye Vekâleti’ne gönderilen 5 Haziran 1939 tarihli ve Mareşal Fevzi Çakmak imzalı belgede, 14 bin kişinin “Tunceli’de bırakılması caiz görülmediği” ifade ediliyor. O tarihe kadar sürgüne gönderilenlerin sayısı ise 12 bin 485 olarak kayda düşülüyor. Dersim harekâtlarının önceden planlandığı ve sistemli bir şekilde katliam ve asimilasyon uygulandığını gösteren belgeler, Köşk’teki arşivdeki belgelerle de destekleniyor.
Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, ‘Dersim 1938 ve Zorunlu İskân’ kitabında sürgünle ilgili önemli belgelere yer vermişti. Aygün’ün yayımladığı, 6 Ağustos 1938 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla Elazığ’dan sevk olunan 5 bin kişinin gidecekleri yerleri gösteren cetvelde şu bilgiler yer alıyor: Denizli: 158 hane 161 köye, Aydın: 100 hane 100 köye, Bilecik: 100 hane 50 köye, Bursa: 200 hane 100 köye, Balıkesir: 154 hane 77 köye, Isparta: 20 hane 20 köye, Kütahya: 24 hane 23 köye, Muğla: 28 hane 28 köye, Eskişehir: 50 hane 50 köye, Çanakkale: 150 hane 150 köye, Edirne: 50 hane 50 köye, Kırklareli: 50 hane 25 köye, Tekirdağ: 75 hane 75 köye, Zonguldak: 300 kişi, Burdur: 62 kişi merkez ve 2 ilçeye.
Erdoğan’ın açıkladığı, Jandarma Komutanlığı’ndan “başvekâlet yüksek makamına” gönderilmiş belgede, 1936-37-38-39’da toplam 13 bin 806 kişinin öldürüldüğü yazıyor. Erdoğan ayrıca, 23 Aralık 1938 tarihli bir belgede de, Tunceli’den 11 bin 683 kişinin sürüldüğü, 2 bin kişinin daha sürüleceği yönünde Bakanlar Kurulu kararı olduğunu açıklamıştı.
Bir başka belge ise bölgeye göreve gönderilen Kamutay Muhafız Alayı Komutanlığı’ndan 5 Haziran 1937’de gönderilen yazıda şu ifadeler dikkat çekiyor: “Bence burada müstemleke siyaseti takip edilmelidir, Kürt’e mutlaka devlet kudreti gösterilmeli, bazı arazi aksamı memnu mıntıka hâline getirilmeli, buraya sarf edilecek para ile halkını Malatya, Elaziz, Erzincan köylerine ikişer, üçer hane olarak taksim etmeli...”
Bu çerçevede TBMM Dilekçe Komisyonu bünyesinde oluşturulan Dersim Alt Komisyonu, 1937 - 1938 yıllarındaki olaylarda bölgeden Türkiye’nin dört bir yanına sürgün edilenlerin listesine göre, toplam 32 il’e 2.907 aileden, 14.411 kişi sürgün edildi. Kişi sayısı itibariyle en çok sürgün edilen illerin başında Bursa yer aldı. 1.861 kişi Bursa’ya sürgün edilirken, ikinci sırayı 1.264 kişi ile Konya, üçüncü sırayı ise 1087 kişi ile Balıkesir aldı.
HANGİ İLE KAÇ KİŞİ |
İL |
AİLE SAYISI |
KİŞİ SAYISI |
AFYON |
73 |
356 |
AMASYA |
88 |
392 |
ANTALYA |
83 |
410 |
AYDIN |
183 |
1003 |
BALIKESİR |
240 |
1087 |
BİLECİK |
181 |
866 |
BOLU |
45 |
223 |
BURDUR |
12 |
54 |
BURSA |
317 |
1861 |
ÇANAKKALE |
44 |
321 |
ÇANKIRI |
125 |
750 |
ÇORUM |
57 |
171 |
DENİZLİ |
144 |
659 |
EDİRNE |
5 |
43 |
ESKİŞEHİR |
138 |
643 |
ISPARTA |
30 |
181 |
İSTANBUL |
6 |
13 |
İZMİR |
121 |
511 |
KASTAMONU |
61 |
386 |
KAYSERİ |
80 |
245 |
KIRKLARELİ |
8 |
60 |
KONYA |
212 |
1264 |
KÜTAHYA |
116 |
586 |
MANİSA |
248 |
1015 |
MUĞLA |
30 |
170 |
NİĞDE |
34 |
124 |
SAMSUN |
60 |
276 |
SİNOP |
30 |
110 |
TEKİRDAĞ |
17 |
100 |
UŞAK |
51 |
273 |
YOZGAT |
62 |
251 |
ZONGULDAK |
6 |
7 |
TOPLAM |
2907 |
14.411 |
“Sonrası” mı?!
Dersim Katliamı tanıklarından Ermeni kızı Aslıhan halası Ihsa Kiremitçiyan ve halasının üç çocuğu ile birlikte kara vagonlara bindirilerek Konya’nın Beyşehir ilçesine sürgün edildi. Aslıhan, 13 yaşımda iken 35 yaşında olan birisi evlendirdiler. ‘Aç susuz, işkence dolu bir yaşantım oldu. Her şeyden önce çocuktum... Evsiz, sahipsiz, kimsesiz ve işsizdim. Sokaklarda kaldım,”
derken; Dersimli Gregoryan Ailesi’nden Sarkis Gregoryan da ekliyor:
“Ben eski Dersim’in yeni adıyla Tunceli’nin Hozat kazasının Zımek köyünden, Keşiş ailesinden Beyros’un oğlu, Margirit’ten doğma, 1926 doğumlu Sarkis Yıldız… Beş günlük tren yolculuğundan sonra bir istasyonda vagonların kapısını açtılar. Bir de baktık ki, etrafımız insanlarla dolu. Herhâlde daha önce haberleri olmuş olacak ki, kalabalık çoktu ve bize bakıyorlardı. ‘Kimse eşyasını almasın,’ diyerek bizi vagonlardan indirdiler. İnsanlar eşyalarını alamadılar. Bizi tek sıraya dizdiler. Herkese beyaz gömlek giydirdiler. İki üç jandarma önümüze düştü. Bizi iki sıra hâlinde yürüttüler. Geldiğimiz yer Uşak’tı. Uşak’ın bütün ahalîsi bizi görmeye gelmişti. Geçtiğimiz yolun iki tarafı insanlarla doluydu. Kendi aralarında bize bakarak konuşup gülüyorlardı.
Tabii biz Türkçe dilini bilmiyorduk. Ama içimizde bu dili bilenler vardı. Onların söylediğine göre, Uşak ahalîsi bizi vahşi zannetmiş. ‘Bunlar da bizim gibi insan. Bunların kuyrukları yok!’ diyorlarmış. Biz, Türkçeyi bilenlere ‘Onlara söyleyin, buraya niye gelmişler?’ diye merak ettik. İçimizdekilerin ahalîye sorduğu soru karşılığında aldığı cevap şuydu: ‘Biz Kürtleri kuyruklu zannediyorduk. Sizin kuyruğunuz yokmuş’!”
Ve bir not daha: İç Dersim’de 1930’lu yıllarda 200 bin civarında insan yaşıyordu, Türkiye’nin nüfusu 13 milyon civarındaydı, şimdi Türkiye’de 70 milyon, İç Dersim’de ise 79 bin kişi yaşıyor. Dersim her beş yılda bir yüzde onbeş nüfusu azalan bir yer. Devletin Dersim’e bakışında bir değişiklik söz konusu değil. Devlet Dersim’i yok etmek istiyor. Barajlar yaparak geri dönüşleri engellemek istiyor. Bir Dersim raporunda “bölgeyi boşaltalım ve büyük havuzlar (barajlar) yapalım ki insanlar geri gelmesin.” 38 de sürgüne gönderilenler ile meseleyi hâl ettiklerini sandılar. Ancak 46 da af çıkınca Dersimlilerin çok büyük bir kısmı Muğla’da, Aydın’da, Eskişehir’de aldıkları verimli toprakları bir imza ile geri verip yakılmış yıkılmış boş köylerine geri dönerek Dersim’i yeniden inşa ettiler.
Nazan Özcan, “Güzel, Sağlıklı Bir Kız Gönderin”, Radikal İki, 4 Nisan 2010, s.3
Meclis Dilekçe Komisyonu bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu, 1939-1954 arasında Doğu Anadolu’da öğretmen olarak görev yapan Sıdıka Avar’ın ölümünden önce Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ettiği defterlerin peşine düştü. Meclis’in amacı Dersim bölgesinde ‘okutmak için’ kız çocuklarını ailelerinden alan Avar’ın defterlerinden ‘kayıp kızların’ izini bulmak.
1901’de İstanbul’da doğan Sıdıka Avar, 1922’de Çapa Kız Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir süre İzmir’de Musevi Mektebi’nde ve Amerikan Kız Koleji’nde Türkçe öğretmeni olarak görev yaptı. Ankara’da, Bolu’da görev yaptıktan sonra 1939’da Elazığ Kız Enstitüsü’ne, 1942’de, yeni kurulan Tokat Kız Enstitüsü’ne atandı. Hükümetin ‘Dersim bölgesini ortaçağ karanlığından kurtarma’ projesi kapsamında çalıştığı okulların öğrenci aldığı Elazığ, Tunceli ve Bingöl’ün ilçe ve köylerinden bazen hayvan sırtında, bazen kamyonla çok sayıda kız öğrenci topladı.
Sıdıka Avar, köylerden topladığı kız çocuklarıyla ilgili çok sayıda kayıt tuttu, fotoğraf çekti. Elazığ’da bazı amirlerle anlaşmazlıkları yüzünden 1959’da kendi isteği üzerine İstanbul Sultan Selim Kız Enstitüsü’ne edebiyat öğretmeni olarak atandı. 16 Haziran 1979’da hayatını kaybetti. Emekliliğinde anılarını yazan Sıdıka Avar’ın elindeki diğer belgeleri ise Milli Eğitim Bakanlığı’na teslim ettiği biliniyor. Meclis alt komisyonu, şimdi Sıdıka Avar’ın defterlerine ulaşarak ailelerinden kopartılan kızlardan hayatta kalanları tespit edip aileleriyle buluşturmak istiyor.
Sıdıka Avar, hatıralarında Elazığ-Dersim-Bingöl bölgesinden kız çocuklarını nasıl topladığını ayrıntılı olarak anlatıyor. Avar, anılarında bir meslektaşından aldığı mektubu da kaydetmiş. Mektupta Avar’a şunlar yazılmış:
“Sizlerin, Tunceli gibi sarp kayalıkların dil bilmez çocuklarını nasıl köy köy gezerek topladığınızı, getirip bir öz evlat gibi kendi elinizle saçlarını kesip temizlediğinizi, onlara karşı bir ana sevgisi ve muhabbeti ile davrandığınızı, dil öğreterek onları medeni bir insan seviyesine yükseltmek için çalıştığınızı ve bu hususta aklın alamayacağı şekilde muvaffak olduğunuzu, o bahtsız yavrulardan bahtlı analar yetiştirdiğinizi yakinen biliyoruz. Bir insan hayatı için bu hâl, şereflerin, azizliğin, kutsiyetin en büyüğüdür, biz buna bütün kalbimizle inanıyoruz.” (Tarık Işık, “Dersim’in Kızları Onun Defterlerinde”, Radikal, 15 Haziran 2012, s.10-11.)
Mahmut Lıcalı, “İşte Dersim’in Kayıp Kızlarının Belgesi”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2012, s.14.
Anıl Ataş, “Geriye İki Tutam Saç Kaldı”, Birgün, 27 Haziran 2019, s.11.
Serkan Ocak, “Kürtçe Konuşursan Öldürürüm”, Radikal, 16 Aralık 2011, s.14-15.
Önder Yılmaz, “Meclis Dersim’in Kızlarını ABD’de Arıyor”, Milliyet, 15 Temmuz 2013, s.16.
Kazım Gündoğan-Nezahat Gündoğan, “Dersim’in Kayıp Ermeni Kızı”, Radikal, 15 Mayıs 2012, s.6-7.
Kazım Gündoğan-Nezahat Gündoğan, “Dersim’in Kayıp Ermeni Kızı”, Radikal, 15 Haziran 2012, s.10-11.
Zeynep Kuray, “Dersim… Dersim…”, Birgün, 11 Aralık 2011.
“4-5 Yaşlarında, Bir Albayın Yanına Verildim”, Cumhuriyet, 15 Haziran 2012, s.14.
yagk, s.14.
yagk, s.14.
Serkan Ocak, “Dersim’in Kayıp Kızları Ortaya Çıkıyor”, Radikal, 17 Aralık 2011, s.10-11.
yagk, s.10-11.
Serkan Ocak, “Kürtçe Konuşursan Öldürürüm”, Radikal, 16 Aralık 2011, s.14-15.
Serkan Ocak, “İki Ablama Ne Yaptınız?”, Radikal, 15 Aralık 2011, s.16-17.
“Dersim’in Kayıp Kızları Açıklansın”, Cumhuriyet, 4 Mayıs 2012, s.4.
Cumhuriyet döneminde, Dersim’de devlete karşı ayaklanan, kendi içlerinde işbirliği yapan aşiretlerin tümü sürgün ediliyor. Sürgünde Trakya ilk adres oluyor. Kureyşanlı Aşireti, Tekirdağ’ın Saray kazasına gönderiliyor. Trakya’ya sürgüne gönderilen 347 aileden 3 bin 470 kişinin ulaşım masrafları devletin kasasından çıkıyor. Botanlı Aşireti Edirne (Uzunköprü), Koç Uşağı Aşireti ve Hozat Reisleri Balıkesir (Balya), Şadilli Aşireti Balıkesir (Bandırma), İksor Aşiret Reisleri (Kırklareli), Balabanlı Aşiret Reisleri Çorlu’ya gönderiliyor.
Ömer Şahin, “Bir Sürgün Belgesi de Köşk’ten”, Radikal, 11 Şubat 2012, s.16-17.
Önder Yılmaz, “İşte Dersim Sürgün Listesi”, Milliyet, 30 Nisan 2012, s.13.
“Bitmemiş Bir Katliamın Hikâyeleri...”, Gündem, 5 Mayıs 2015, s.16.
Hazırlayan: Murat Kahraman, Gökyüzünü Kaybeden Kartallar - Dersimli Gregoryan Ailesinin Anıları, İletişim Yay., 2015.
Atilla Keskin, “Yaşar Kaya: ‘Ma Diya, Sıma Mevine’ (Biz Yaşadık Siz Yaşamayın)”, Birgün, 16 Kasım 2012, s.10.
sürecek