Yeşil bir dünya…
1950’lerde NATO’ya girişimizin ardından, tarımda makineleşme derken MENDERES’in liberalleşme düşleriyle birlikte enflasyonla tanıştık. 1980 sonrasında TÖ’nün ve daha sonra ÇİLLER’in; MENDERES’in düşlerini daha da gerçeğe dönüştürme girişimlerinin sonucunda BORSA’ya da bulaştık, GÜMRÜK BİRLİĞİ’ne de… Özellikle de AVRUPA BİRLİĞİ özlemlerimize kimseler ne gem vurabildi, ne de gam duyabildi. Yeter ki girelim birliğe; ne gerek var sanki ülkemizdeki ulusal dirliğe? Sonuçta tüm çabalar; 21. yüzyıla yönelik… Oysa kalmadı ülkede ne düzen, ne de dirlik… Sardı ülkeyi her alanda ve her anlamda kirlilik… Sanki her girişim daha güzel ve güvenli yarınlar için… Geçin bunları, bir kalemde geçin… Bu gidişle Türkiye’nin 21.yüzyıl ticaret savaşlarında gücü ne olabilir ki? Sanayi ülkesi derseniz; “montaj sanayinden bir arpa boyu öteye gidemediğine göre” sanayi ülkesi değil. Tarım ülkesi derseniz; “talan edilmiş tarım topraklarıyla” tarım ülkesi hiç değil.
Oysa olanaklıydı sanayi çöplüğüne dönüştürmektense, yeşil bir dünya yaratmak… Bu yeşil dünyada üretilenlerle ülkeyi gönence kavuşturmak…
Düşleyin, işte yeşil bir dünya; sebze-meyve ambarı yeşil bir ova… Yalnızca kentim Bursa’da mı? İşte tüm Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerimizin yeşil topraklarından fışkıran, yeşil bereket; tahıllar, sebzeler, meyveler… Üstelik de yılda en az iki kez ürün almacasına… Bunlar yalnızca Avrupa değil, Dünya pazarlarında bile para eder.
Düşünün bir kez; ileri teknoloji üreten sanayileşme ve ona koşut olarak gelişen kentleşme uğruna ekilecek alanlarını neredeyse bütünüyle yitiren Avrupa anakarası, bir de dört mevsim Türkiyemiz’e gülümseyen yaşam kaynağımız güneşten de yoksunken, ülkemizin 21. yüzyıl ticaret savaşlarında üstünlük sağlaması o denli de olanaksız değildir.
Örneğin bizler; bolluk, bereket ambarı yeşil alanlarımızı korudukça… Sebzelerimiz, meyvelerimiz çağdaş yöntemlerle saklanıp, bozulmasın diye soğuk hava depolarında korunarak dış pazarlara sunuldukça; biz bu ticaret savaşlarını kazanamaz mıydık?
Nasıl ki kalem kılıçtan keskinse, bir kilo şeftali ya da bir kilo domates gereğinde bir kilo altından bile değerlidir. Çünkü insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için öncelikle havaya, bir başka deyişle oksijeni bol havaya, suya ve doğaldır ki besinlere gereksinim duyarlar. Bu temel gereksinimlerinden birinin yokluğunda, insanlar yaşamlarını yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Onları yaşama geri döndürmek için ne kasalarındaki altınları, ne en gelişmiş teknolojiyle ürettikleri sanayi ürünleri, ne de son model arabaları yeterli olmaz. Yalnızca ve yalnızca yılın 12 ayında güneşle dans eden Türkiye’nin topraklarında, doğal koşullarda üretilmiş tarım ürünleri kurtarabilir. İşte bu nedenlerdi ki bizler bu güzel ülke Türkiye’nin, özellikle de bolluk, bereket kenti Bursa’nın halkı olarak yeşil bir dünyada yaşıyor olmanın ayrıcalığının ayırdına vararak, geleceğimize güvenle bakmalıyız. Geleceğimize güvenle bakmakla yetinmeyip, bu yeşil dünyamızı sonsuza dek yaşatacak önlemleri de almalıyız.
Ne yazık ki bizimkiler ülkemizi durmaksızın talan ede dursunlar; Dünya’ya ve insanlığa karşı sorumluluk duyan ülkeler geleceğe ilişkin kaygılar için önlem almışlar, kıyamet olasılığına karşı NUHUN AMBARI’nı oluşturmuşlar Norveç’de…
Bilindiği gibi yıllardır hazırlığı süren bu ambarın soğutucuları çalıştırılmaya başlamış ve ambarın açılışı da 26 Şubat 2008 günü gerçekleşmişti. Ambarda; kıyamet sonrası, yaşama olanağı bulan, sağ kalan insanların, en ilkel yöntemlerle tarımsal üretim yapabilmeleri için tohumlar saklanacakmış. Tüm hazırlıklar, çalışmalar tamamlanmış ve işte bu tohumları korumak için de soğutucular 16 Kasım 2007 günü çalıştırılmaya başlanmıştı.
Buzulların erimesi, küresel ısınma kaygıları bağlamında oluşturulan bu ambarda insan beslenmesi için gerekli tüm tohumlar bulunuyor. Kıyamet sonrasında yaşama şansı, olanağı bulabilen insanlar sil baştan yaşama başlasın diye…
Tufan ve Nuhun Gemisi’ni bir masal gibi dinleyen insan soyu; ne yazık ki yeni bir tufan, kıyamet, yok oluş beklentisi içinde…
İçinde de kimilerine bundan ne ?
Ussal bir sorumlulukla insan soyunun geleceğini düşünen ülkeler, uluslar; doğa/dünya/çevre için önlem almanın gerekliliği, zorunluluğu ve sorumluluğu içinde çalışma, çabalama derdindeyken, bizimkiler de boş durmuyorlar. Hiç kuşkusuz; doğamızı / ülkemizi / yurttaşlarımızı / özkaynaklarımızı korumak, sakınmak, saklamak için değil, talana, saldırıya, her türlü tehlikeye atmak için… Dolayısıyla da ülkesine, ulusuna karşı sorumluluk duyan bir Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER'in veto ettiği yasayı, daha sonra gelenler; eleştirilere aldırmaksızın, kendi önerdikleri gibi yasalaştırmak için her yola başvurarak yasaya körü körüne onay verdiler ve “işte Nükleer Yasamız” diyerek sorumsuzca karşımıza geçtiler.
Sonunda oldu diledikleri hükümleri içeren; Maden Yasası ve Nükleer Yasa… Ve iyice hızlandı doğanın, çevrenin, ülke topraklarının talanı...
Bu sömürgenlere kıyamet mi tasa ? Onlar için kıyamet; kasaları dolmazsa kopar.
Onların umurunda mı insanlığın geleceği için oluşturulan Norveç’deki ambar ?
Ya da yeşil dünyamız yitirilmiş; bahar geldiğinde çadırını kurabilmek için bile bir ağaç gölgesi bulamıyormuş çeri başı Kamber… Ama bütün bu yaşananların çoğu evvel zamanlar; Corona salgını öncesinde kalan... Bundan böyle; önce sağlık, önce doğa, önce tarım işkolu... Geriye kalan tüm hırslar, kavgalar, açgözlülükler, sömürüler, savaşlar; boş bir yalan... Kuşkusuz özellikle "pandemik" bir salgın yaşanırken günümüzde; yeşil bir dünyanın gerekliliği ve önemi, nasıl göz ardı edilebilir ki?
Selma ERDAL